Pazar, Şubat 01, 2009

BİR İSTANBUL HATIRASI


Bugün, yağmurlu bir İstanbul sabahına uyanmıştım. Biraz huzursuz, biraz canım sıkkın, aklımda memleket meseleleri, zar zor bir iki lokma kahvaltı edip dışarı çıktım. Elbette şemsiyemi almamıştım, çünkü İstanbul'u her şeyiyle ve elbette yağmuruyla, çamuruyla seviyordum. Tek bir amacım vardı; bir an önce bu ıssız ve ıslak ara sokakları aşıp Fenerbahçe sahiline ulaşmak ve beyaz köpüklü dalgaları seyretmek. Belki dedim, dudaklarıma tadını bırakan yağmur suyuna karışmış, tuzlu deniz bana eski İstanbul'u hatırlatır. Sakin, huzurlu, hırçın, insanların kendi yaşam kavgalarını yaşadığı, hayaller kurulabilen eski İstanbul. Bu şehir'de doğalı 28 yıl olmuştu ve bugün uyandığımda sanki o 28 yılı başka bir şehirde geçirmiş gibi özlüyordum İstanbul'u. Sonunda Fenerbahçe sahiline vardığımda, belkide aklımda sadece bu düşüncelerin olmasını diliyordum fakat yolda karşılaştığım insanların gözlerindeki endişe, korku ve ümitsizlik bana, "ne oldu?" dedirtiyordu. Ne olduda bu 5-10 yıl içerisinde bu kadar kötüye gittik? Şimdi bu yağmur sanki bu öfkeden köpürmüş denize değil de yüreği kan ağlayan onlarca yurttaşımla birlikte göğe geri akıyordu. Sanki isyan ediyordu, hayır böyle olmamalı, ben böyle bir vatan istemiyorum diyordu ve yıllardır denize, toprağa verdiklerini geri alıyordu.

Sahildeki ıslak banklardan birine oturdum. Az ötede şemsiyelerinin altına gizlenmiş sevgilileri fark etmemiştim bile. Biraz huzursuz, biraz canım sıkkın, aklımda memleket meseleleri vardı. Yeni yetme tarihçilerin siyasetçi, yeni yetme siyasetçilerin tarihçi olduğu bir ülke istemiyordum. O ülkeye ya da bu ülkeye benzemek veya daha da beteri yarıştıkları cahillikte, hurafede, kula kulluk etmede, haram zıkkım yemede onların çok ötesine gitmek istemiyordum. Kafamda hiç delinmeyecek bir anayasa, yüreğimde tüm şehit ve gazilerimiz için bir cennet ve ulusunu, bayrağını, dinini ve özgürlüğünü ve elbette zincirlere vurulmamış, hiçbir zümre ya da tarikata teslim edilmemiş hür vicdanlar için kocaman bir ülke vardı. Elbette arkadaşlarım, dostlarım, tanıdığım ve tanımadığım tüm genç yurttaşlar vardı ve şu an sahili döven, öfkeden deliye dönmüş bu azgın dalgalar gibi hep aynı soruyu soruyorlardı. "Bizler nerede hata yaptık?" Bu öylesine bir soruydu ki, bu soruyu sormak için bile çok geç kalmaktan korkuyorduk. İşte bu yüzden; savaşmaktan bıkan o yorgun gözler, eskinin ümitlerle dolu tüm kırgın gençleri, kendini tam da şu anda , korkusuzca bu dalgalara bırakabilirdi. Neden temel ülke siyasetinden uzak tutulmuştuk, unutmuştuk. Neden sanki yarın ölecekmişcesine bir çaresizliğe kapılıp kendimizi içki sofralarında, ıssız kafelerde, arkadaş ortamlarında ve sevgili kollarında unutur olmuştuk ve hatta unuttuğumuzu unutmuştuk. Okumak, ama suya ya da sevgiye susamışçasına okumak neden bu kadar ağır ve imkansız geliyordu, unutmuştuk. Siyaseti adeta bir zengin zümre yaratma zanaati yapma yarışmasına sokmuştukta biz bu siyasetin neresindeyiz, sorgulamayı unutmuştuk. Eskiden ne sadece beyaz vardı ne de siyah, biz artık ak ile karayı karıştırır ama bir türlü zihnimizde harmanlayamaz olmuştuk. Yeni bir tarih yazacağımıza, eskinin defterlerini teker teker yeniden açıp kahvehane tarihçilerine geleceğimizi teslim eder olmuştuk. Şimdi ise karşımda durup seyrettiğim ve zor durumda güvendiği yalancı denizfeneri yüzünden kayalıklara vurup batmış tekneler, gemiler, gemicikler adeta ibret olmak için zamana ve dalgalara direniyordu.

İşte tam bu üzüntülerle, yağmur mu yoksa memleketimin gözyaşları mı olduğuna tam karar veremediğim yanaklarımın, gözlerimin ıslaklığını silerken, aniden büyük bir dalganın kıyıya attığı ya da bu çalkantılı denizin hışmından usanmış ve doğasını reddeden bir balığın beton kıyıdaki çırpınışlarına gözüm ilişti. Bir türlü alışamıyordu bu saf oksijen dolu acayip ortama ve çırpınıyordu belkide öleceğini bile bile. Kim bilir, belki peşinden başka balıklar da gelirdi ve böylece geride hiçbir balık kalmayınca anlardı o deniz, öfkesinin ne denli anlamsız ve boş olduğunu.

Herşey ileriye gitmek için elbette. Geride kalan yıllar sadece ders alınması gereken ninelerimizin, anadolumuzun masalları gibi olmalı ve elbette bizleri titretmeli bir daha aynı hatalara düşmemek için. Peki ama dünya hakkında hiçbir şey bilmezken, ulema bizim yerimize düşünüp karar verirken, gazeteler manşet manşet anasının ak sütü gibi saf ve temiz evlatlarını idama mahkum ederken, gençlerimiz bu güzel ülkenin geleceğini düşünmez ve harekete geçmezken, susarken, susturulurken, değerlerimiz ve kırmızı çizgilerimiz küçük çıkarlarının mahkumu kirli ellerin tersiyle bir tarafa itilirken, tüm kavramlarımızın içi boşaltılıp ters yüz edilirken, nasıl özgür olacağız, nasıl ileriye gideceğiz? Nasıl ki; şeyhlerin, sahte halifelerin, ulemanın paçasına yapışarak memleket kurtarılamazsa, içki alemlerinde kendini unutup, şarkılar eşliğinde atıp tutarak da bu memleketi kurtaramazsınız. Son 6-7 senede sahte halifelerin ve CIA hizmetkarlarının çıkan 20 kitabına karşılık sadece 1-2 vatanseverin kitabı çıktıysa ve bu aziz yurttaşlar, yani sizler, yani bizler bundan ancak bu kadar az etkilenebildiysek bu elbette okumayı sevmeyişimizden. Fakat bunun bir maharet olduğunu zannetmeyin çünkü okumamaya devam edersek ya geri gitmeye devam edeceğiz ya da en fazla yerimizde sayacağız.

Yine aynı baş ağrısı... Eskiden olsa böyle olmazdı. Eve dönüp biraz uyusam diyorum acaba geçer mi, acaba uyanır mıyım bu korkunç düşten? Nasıl bilebilirim ki okumadan, görmeden? Sanırım artık sadece bir kaç kişi kaldı; yağmurda ıslanmaktan korkmayan, itaat etmeyen. Yoksa bu ıslak caddeler bu kadar ıssız ve kasvetli olmazdı...

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Meraklısına Beyin Fırtınası (2)

Bugün Bush-Erdoğan görüşmesi gerçekleşecek. Umutlarla dolu hükümet başkanı yüzünde gülücüklerle yola çıktı ve çok şükür sağ salim vardı, dev(!) gibi müttefikimizin evine. E, askerlerimiz çapulcuların elinden kurtulduğu için elbette gülecek. Bir şekilde baskıların hafiflemesi gerekiyor. Bazen şansla, bazen sansürle bazen de dev müttefiklerimizin uzattığı havuçlarla!

Peki, şimdi bizler yani Türkiye Cumhuriyeti Halkı ne yapacağız? Zaten pek çoğumuz gazete okumayıp (okunanlar da genelde kapınıza bırakılan ve pek çok yerde ücretsiz dağıtılan Zaman gazetesi gibi manda gazeteleri oluyor ve geriye kalan pek çoğu ise iktidarın atanmış şakşakçısı durumunda) gündemi televizyonlardan takip ediyoruz. Sadece televizyonlara sansür getirilmesinin sebebi budur beklide. İşte bu bakımdan meraklısına beyin fırtınası diyorum ve düşünüyorum:

v Eğer ekonomimizi; sadece yabancı sermaye üzerine bina etmeseydik, üretime ama özellikle teknolojik üretime atılım seviyesinde önem verseydik, yeraltı kaynaklarımızı kendimiz işler hale gelseydik ve bunlara dayalı sanayimizi geliştirseydik acaba şimdi böylesine tereddüt içinde ve aciz olur muyduk?

v Teröre apaçık destek veren Avrupa ülkelerinin ve özellikle cani Belçika’nın hiçbir taşkınlık yapmadan medeni tepkisini ortaya koyan gurbetçilerimize davranışlarını kınamadık, nota vermedik. Bu ne vahim bir hatadır böyle! Çünkü PKK ve diğer terörist örgütlere her türlü serbestliği veren bu ülkelerin uyguladıkları çifte sıtandarta ses çıkartmamak önemli bazı politik fırsatların da kaçması anlamına geliyor. Pekâlâ biz de meclisimizde teröre açık destek veren Avrupa ülkeleri listesi ve soykırım uygulamış Avrupa ülkeleri listelerini dile getirip yayınlayabilirdik. Bu kan emici silah tüccarlarına neden hadleri bildirilemedi? Neden başımızı dik tutamadık?

v Hükümet başkanımızın (Sayın RTE) oy kaybı gerekçesi de halk arasında aslında tam anlaşılmış görünmüyor. Baksanıza; yerel seçimlerde Diyarbakır’da aralarında yarışacaklarmış! Barzani kardeşimiz (köpoğlu köpek) aslında davranışlarında, sözlerinde pekte haksız sayılmazmış, aslında onu da anlamak lazımmış. (Kanal 7 ve Samanyolu aynen böyle diyor). Kılavuzu karga olanın sırtı yere gelmez gibi yeni bir siyasi söylem mi keşfettiler? Çünkü bu komik görüş, teknesinin gidişini nehrin akışına bırakmaktır ve sonunda kayalıklara bindirirsiniz. Evet, er ya da geç! Her konuyu siyasete alet eden bir parti için elbette kırmızı çizgilerden söz edemezsiniz çünkü RTE takımı için her şey ana amaca hizmet eden meşru yöntemler olmaktan ibarettir.

v CNN Türk gibi ajan televizyonlara bakıldığında Amerikan görüşleri doğrultusunda halkı yönlendirmeye çalışan ve zihinleri bulandıran acayip tartışma programları, röportajlar ve açık oturumlar sunulmakta. Sanki palyaço kanalını izler gibi kahkahalarla izliyorum görüşlerine başvurulan zavallıları. Kanal 24’te pek farklı değil bu bakımdan, fakat onlarınki kraldan fazla kralcı olmak, yani belki de mazur görülebilir :)

v Daha da vahimi, şimdi yapılamayan bir askeri müdahaleye daha sonra Irak’ın kuzeyi bağımsızlığını ilan ettiğinde nasıl başvuracağınızdır. Yunanistan’ın böyle bir durumda sınırlarımızı yoklamayacağını mı sanıyorsunuz. Biri batıdan, biri doğudan, biri de güneyden bastırdı mı tamamdır. Tabi bu durumu da; RTE ve dışişleri takımına bakarsanız sakinlikle, soğukkanlılıkla karşılamalıyız. Kırmızı çizgi de neymiş canım?! Al gülüm ver gülüm. Rumlar AB’ye girerken bile ses etmemişiz.

v En kötüsü de İncirlik Üssü’nün Irak’ın kuzeyine taşınması durumunda elimizdeki gerçek kozlardan birini daha yitireceğimiz konusudur. Sonuç olarak güneydoğumuzda bir şeyler yapmak için yarın çok geç olabilir.

v İleride memleketin satılacak bir şeyi kalmadığında bu miras yediler neyi satacak neyi yiyecekler o da ayrı bir merak konusu. Çünkü herhangi bir milli amaç doğrultusunda ilerisi düşünülerek atılmış adımlar değil bunlar. Belli kazanımları siyasi olarak elde edene dek durumu idare etme çabaları !!! Önce siyaset sonra hukuk sonra medya sonra cumhurbaşkanlığı…

İşte böyle dostlar. Eminim hepinizin bu listeye ekleyecek bir şeyleri vardır. Ama zaman sabırlı olma zamanı değil tepkinizi ortaya koyma zamanıdır. Çocuk gibi oyalandık ve dalga geçildik, neden susalım ki? Yarın çok geç olabilir!

Salı, Eylül 04, 2007

Meraklısına Beyin Fırtınası (1)

Sanırım, cumhurbaşkanlığı seçiminin sürüp giden rauntlardan sonra sonuçlanması her iki tarafta da henüz beklenen rahatlamayı sağlamamışa benziyor. Bunun en somut örneği çeşitli senaryo ve ihtimallerin fısıltı gazetelerinde her geçen gün artarak dillendirilmesi. Doğal olarak bu durum en çok fırsatçıların işine yarıyor. Son günlerdeki manşetler ortada. Biraz güç kaybetmeye başlayan bölücülük hemen rant ortamını yeniden sağlamlaştırmaya, yandaşlarına kanlı hayaller kurdurmaya çalışıyor.

Benim burada açmak istediğim konu ise T.C.’nin askeri kanadı ile ilgili. Elbette ben Ahmet Altan ve Mehmet Altan gibi sığ bir politik görüş ve magazinsel olarak ele almıyorum bu önemli ülke meselesini. Amcalar adeta; bu dağları ben yarattım havasıyla, hırçınlık ve kızgınlıkla (?) yalanlar üzerine çürük binalarını inşa etmeye ve sizi de o binada oturmaya zorluyorlar. Neredeyse “bak geç otur yoksa elimin tersiyle bir tane çarparım bir de yer çarpar, görmüyor musun gümbür gümbür geliyoruz!” diyorlar. Bir vatanseverin, bir Türkiye sevdalısının, şanlı Türk Ordusu ve onun pırlanta komutanlarının aşağılanmasını, karalanmasını, küçük düşürülmesini alkışlaması ve alkışlayanları “aman pek güzel söylemişler, ne iyi etmişler” diyerek alçaklaşması beklenemez. Ahmaklık; geldiği, bağlı olduğu kökleri unutup, yok sayıp, kuyruk acısıyla geldiği yere söven, kendini buğday ambarında sanan aç tavukların alınlarındaki etikettir.

Şimdi soruyorlar ordu daha neyi bekliyor diye ve hemen kendilerine göre bazı sebepler buluyorlar bu gecikme için. Belki onları sevindirecek (ben bunda sevinecek bir şey göremiyorum; yaratacağı bir 5–10 yıllık gecikme, katlanılması gerekecek acılar ve sıkıntılar için) ama hiç merak etmesinler eninde sonunda bir şeyler olacak. Çünkü sürtüşmeler, restleşmeler, uzlaşmadan uzak tavırlar aldı başını gidiyor. İnsanların bir soluk alıp düşünmesi, politikacı şapkasını çıkartıp (keşke zamanında Menderes’te bunu yapabilseydi) bu hareketlerinin neye ve kime hizmet ettiğini hesaplaması gerekiyor.

İşte, “neyi bekliyorlar?” sorusuna bazı olası cevaplar:

—Çünkü amaçları sadece mitinglerde meydanlara dökülen kırmızı-beyaz gelinciklerin ateşini düşürmek, gazını almaktı. Böylece zaman zaman laik kesimi sakinleştiriyor ve dinci kesimin (dindar demiyorum!) yularını çekerek kendi kuyruğunu ısırmasını engelliyorlardı.

—Çünkü ileride tarih önünde ve vicdanlarda kirlenmemiş kalabilmek için dinci (dindar değil!) kesimin cesaretlenerek daha büyük açıklar vermelerini istiyorlar yani bir çeşit strateji uyguluyorlar. Düşmanın kazandığını düşünerek gardını indirmesini istiyorlar.

—Çünkü Türkiye’ye en az zarar verecek bir ihtilalin peşindeler, bir planları var ve bu çerçevede bizim şu an için tek yapabileceğimiz gelişmelere iyi birer seyirci olmak.

—Çünkü darbe falan yok, herkes dağılsın ve başının çaresine baksın!!! Nurcu (Fetocu) tarikat öyle bir yayılıp yerleşti ki, öylesine yuvalandılar ki artık onları kimse durduramaz. Daha da kötüsü; askeriyede üst kademeler olmasa bile büyük bir çoğunluğu ele geçirdiler. Artık yapılabilecek bir şey kalmadı, çok ama çok geç kalındı.

Evet, siz de kendi doğrunuzu ve kendi senaryonuzu bunların hemen ardından ekleyebilirsiniz, çünkü şu an için tek yapabileceğiniz şey bu. Eğer hala harekete geçmesi gerekenin siz değil de askeri kanadın olduğunu düşünüyorsanız sonuç bu. Evet, anlamak isteyen için durum bu kadar açık ve gerçek. Harekete geçmesi gereken sizsiniz, bir başka kurum ya da kuruluş değil. Çünkü halk istemedikten sonra onu hiçbir şey ya da kimse kurtaramaz. Gelecek sizin ellerinizde.

Pazartesi, Eylül 03, 2007

2007 Seçimleri'nin Ardından Düşünceler ve Sohbetler

Sevgili dostlar, seçim sonrasında elbette sizler de kendi görüşleriniz doğrultusundaki medya gruplarından sonuçlar hakkında çeşitli analizleri okudunuz ve kendi içinizde bir değerlendirme yaptınız (ya da yapmadınız). Ben de kendi değerlendirmemi burada sunmak istedim. Düşünmek ve harekete geçmek her zaman için sonuç getirir. Bu yazımdaki tek vurgum sizlerin de harekete geçme alışkanlığını kazanmanız için naçizane bir örnek teşkil etmek kaygısından başka bir amaç taşımamaktadır.

Toplum içerisinde çeşitli oranlarda zekâ seviyesi kümeleşmeleri olur. Bu istisnasız her toplum için geçerlidir. Yani bir ülkede asla %100–50 süper zeki insanlar bulunamaz ya da zeki insanlar. Bu kesim genelde azınlığı oluşturur. Peki ya geri kalan mı? Çok büyük bir bölümü normal zekâya sahip insanlar ve en az onun yarısı kadar da düşük zekâ seviyesindekilerdir. Bunu şu şekilde de söyleyebiliriz; bir toplumun %75-80’i vahşi içgüdüleri ile hareket eder. Bu bir aşağılama değil, yaşamın ta kendisidir. İnsanlar da doğaları ve karakteristikleri gereği doğadaki diğer örnekler gibi içgüdü ile hareket ederler. Beslenme, barınma ve üreme. Eğer bu olguların farkında olarak insan davranışlarını gözlemler ve değerlendirirsek hiç de şaşırmayacağımız yadsınmaz bir gerçek. Aziz Nesin bize bu gerçeği aktarmak istediğinde onu yuhaladık. Hâlbuki tespit doğru ve küreseldi. Hayati tehlike olmadığı sürece de (açıkça) bu oran asla kendi kalıplarının dışına taşamaz. Peki, sizler ne yapabilirsiniz? Eğer başarabilirseniz; onları (toplumu) uğrunda savaşabilecekleri bir amaç için birleştiriniz. Bunu siz yapmazsanız elbette yapacak birileri çıkar. Toplum için bir amaca, bir hedefe ait olma, onun (amacın) bir parçası olma fırsatını (ya da duygusunu) veriniz. Yoksa birileri bunu sizin yerinize yapar. Bunu da bir iyi bir de kötü yöntemle yapılanı vardır ki, siz elbette iyi olanı seçiniz. İyi olanı zihinleri düşünmeye ve sorgulamaya teşvikle yapılanıdır. Kötü olanı ise zihni bulandırarak, uyuşturarak, sorgulamasını engelleyerek, mecbur ederek yapılanıdır.

Bir soru: Toplumu nasıl bir arada tutar, sağlıklı gelişmesini, ilerlemesini sağlarsınız?

— Yaşanılan ülkede; her bireye eşit mesafede, temel bilimleri kendine kılavuz edinmiş, özgür ve politikacılardan etkilenmeyen bir hukuk sistemini kurup işlemesini sağlayarak. (İnsan bunu nasıl inkâr edebilir ya da görmezden gelebilir). Hukuku, ritüeller üzerine kuramazsınız yoksa bizim halen cadı avına çıkmamız, kazanlar kaynatmamız, parmaklar kesmemiz gerekirdi. Hukuk herkese lazımdır; adaletin sağlanması için lazımdır, eşitlik için lazımdır, vahşi yaşamdan ayrılmamız için lazımdır. Ağızlara sakız olmuş bir hukuk; çöküşün, yok oluşun, yozlaşma dediğimiz şeyin apaçık kendisidir.

Son haftalarda seçim sonuçları ile ilgili bazı spekülasyonlar ortaya atıldı. Peki, ama sormak lazım;

—Madem öyle neden seçim sonuçlarının ultra süper bir hızda açıklanmasını sağlayan Amerika kaynaklı yazılımın kullanılmasına ses çıkarmadınız? (Söylentiye göre Yunanistan Meclisi aynı yazılımı, bir haftada açıklanabilen Amerika seçimlerinde JR. Bush lehine hile yaptığı gerekçesiyle kullanmama kararı almış!!!)

—Madem öyle neden parti teşkilatlarınızın seçim için görevlendirdiği kişiler sonuna kadar sandıklarda beklemediler ve hakları olan denetimleri yapamadılar. Bir engelleyen mi oldu?

—Madem öyle neden anketlerinizi yaptırdığınız kuruluşlara seçimlerden hemen sonra hesap sormadınız. Başkalarının bildiği (!) sonuçlardan siz nasıl oluyor da habersizdiniz? Öyle ya; sizler “eğer tek başımıza iktidar olamazsak istifa ederim” diyemediniz. Kendinizi mi yoksa seçmenlerinizi mi kandırıyordunuz?

Birkaç televizyon muhabirinin yaptığı çekimlerde, parti il merkezleri dolaşılırken, belki de aynı anda Uganda milletvekili seçimleri nedeniyle yurt dışında olduklarından bir kısım partiler ayakta uyuyorken, kapılar açılmıyorken, diğerinde (!) güler yüzle kapıda karşılanıyor ve harıl harıl çalıştıklarına, hizmet (!) aşkıyla yanıp tutuştuklarına şahit oluyordunuz.

Kesin olan şu ki bu seçimler birilerine acı bir ders oldu ve yine kesin olan bir şey var ki ya siz değişeceksiniz ya da birileri sizi değiştirecek.

Salı, Ocak 23, 2007

Bıçak Parası ...

Evet, bir Türkiye gerçeği... Ameliyat mı olmanız gerekiyor, siz ya da bir yakınınız farketmez... Avantasını vereceksiniz adamın... Şu numaralı ek hesaba şu kadar ücret yatıracaksınız, eğer paranız çıkışmıyorsa o zaman da şu kadar yatırıverin işte canım ne olacak... Öyle ya, paşamız boşuna mı dirsek çürütmüş tıp fakültesinde yıllarca, bu para onun hakkı ya da o şahıslar kendilerini öyle inandırmışlar ve sizde çaresiz kabul ediyorsunuz yakın çevrenizde başka doktor bulamayınca... Şimdi bu ve bunun gibi doktor bozuntularına demezler mi; o zaman ne diye bu mesleği seçtin diye, elbette başka işlerde uygunmuş sana örneğin; çek-senet tahsilatı yap ya da karapara işine gir, dolandırıcılık falan yap, madem "gözün kara" hiç yorulmasaymışsın onca sene...

Bu adamlar doktor olacak arkadaşlar inanabiliyor musunuz? Kim sevdiği insanın ameliyat masasında bırakılmasını ister... Kuzu kuzu ödüyoruz işte her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi... Böylece bizlerde bu suça iştirak etmiş oluyoruz. Hemde ne için; adamın teki 3. ya da 4. villa kooperatifinin taksitlerini ödesin diye, öyleya paşama para yetişmiyor... Gözünü toprak doyursun kardeşim, gözünü toprak doyursun...

Alın size daha geçen gün basında yer alan ve yargı sürecine taşınan Erzurum Üni. Tıp Fakültesi'ndeki üzücü olay, nasıl ispat edeceksiniz, sizin hakkınızı kim savunacak... Zannetmeyin ki bu tür olaylar İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük şehirlerde yaşanmıyor, oralardaki üniversite hastaneleri size koyun gözüyle bakmıyor... Aksine en büyük RANT oralarda...

Son olarak kimsenin hakkını yemek istemem; bu yüzden de "doktor"lukla "RANT" kelimelerini aynı cümle içinde kullanmamızı sağladıkları için tüm akademisyenlerimize çok teşekkür ediyorum, harika öğrenciler yetiştirmişsiniz. Geriye malesef artık azınlıkta kalan ve sorumluluklarının farkında, pırlanta gibi insanlar kalıyorki, zaten onların güzünde sizin yüzünüzdeki sağlıklı bir tebessüm hiçbir villaya değişilmiyor.

Perşembe, Ağustos 17, 2006

Ortadoğu ve Son Gelişmeler...

Bakalım sonuç ne olacak... Yeniden alevlenen Ortadoğu ve değişim projesi ütopyası ile birlikte sonuçlarının nedenlerden bağımsız olmaya başladığı anlamsız ve tutarsız A.B.D.-İsrail dünyasında insanlar ne zaman ayağa kalkacak ve düşler gerçek olacak merak ediyorum. Hani; teknoloji, bilim, kültür insanlık içindi. Bunca çaba; bir avuç petrol ve dolar için mi yani? Belki sizde kendi kendinize soruyorsunuzdur ve farkındasınızdır belkide ama ben yine de yazayım dedim...
- A.B.D. ‘nin, kendisine neden hedef olarak seçildiğini doğru dürüst sormadan, taraflı ve önyargılı cevaplarla kendini avutmasına anlam verebilmek kolay değil. Belki de bu durum itiraf edemeyeceği kadar büyük hatalar işlemiş olmasından kaynaklanıyor olabilir mi?
- II. Dünya Savaşı’nın kahraman askeri A.B.D. acaba neden şimdi böylesine tepki çektiğini demi anlayamıyor? Bu sefer nerede yanlış yaptı ki acaba? Uluslararası hukuku mu hiçe saydı, insan haklarını mı çiğnedi ya da bencilce çıkarlarını mı fazlasıyla gözetti?
- Bush’un önce bir haçlı seferini dile getirmesi, devlet okullarında bilimden uzak dini görüşlere yer verilmesine çalışması, bir dini ve mensuplarını hedef gösterircesine İslami teröristler ve İslamofaşizm tanımlamaları yapması, üyesi olduğu aşırı sağcı Hıristiyan cemaati konusu ve son yapılan Papalık seçimlerine etkileri, kök hücre çalışmalarına getirdiği yasaklamalar, tarafsız davranmaktan sürekli uzak politik ve sosyal duruşu, petrol ve silah endüstrisi ile olan kan bağı ve daha aklıma gelmeyen pek çok olumsuzlukları acaba dünya çapındaki protestoların ve yükselen A.B.D. düşmanlığının nedeni olabilir mi? Bunlar göz ardı edilebilecek unsurlar mıdır?
- Ayrıca bildiği tek çözüm yolu savaşmak ve köle haline getirmek olan bir iktidarın yarın bir gün terörist imha ediyorum diye kafanıza atom bombası atmayacağını kim garanti edebilir. Çünkü Avrupa’da ortaya çıkan eğilim; görmezden gelmeye ve tepkisiz kalmaya doğru gidiyor. Avrupa gençliği için ise Müslüman kimliğini çağrıştıran isimler, hemen her çeşit aşağılamalar ve etiketlemelerle anılır oldu.
- A.B.D.’nin, esir kampı ve çeşitli ülkelerde ortaya çıkan sorgu hücreleri ise olayın ciddiyetini açıkça gösteriyor. Bu tür yakışıksız yöntemler yerine pekâlâ kendi durumunu temize çıkartan, üzerindeki nefreti temizlemeye çalışan yöntemleri izleyebilirdi ama bu elbette kolay değil çünkü açığa çıkması muhtemel bataklık ve pislikleriniz varsa tercihiniz buraları ehlileştirmek yerine yakmak oluyor fakat sonuçta bataklıkların sayısının arttığı ortada.
- Sorunun demokrasi ve demokratikleşme olmadığı gün gibi ortada. Sorun kendinizi dünyaya nasıl tanıttığınız ve dünyadaki diğer insanlara karşı gösterdiğiniz tutum. Bunlar değişmediği sürece kullandığınız her silah geri tepecek ve sizi gittikçe daha vahşi, daha zalim, daha canavar yapacaktır. Elbette yapılması gereken şeyler var ama gözetilmesi gereken insani gerçeklerle birlikte. Bu dünyada yalnız değiliz ve hangi etnik kökene sahip olursak olalım bir bütünüz. Doğru yol; insani değerlerin yükseltildiği, tarafsız ve önyargısız yoldur.

Barış ve umut dolu bir gelecekte mutlu çocukların yetişmesi dileğiyle...

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Şu Nükleer Tartışması ...

Öncelikle, “sağ olasın İran” diyerek mi başlamak gerekiyor söze bilemiyorum. Eğer İran kaşımasaydı bizimkiler cesaret gösterip de yeniden nükleer konusuna girebilirler miydi biraz meçhul. Baksanıza, zaman yitirmeden ardı ardına adımlar atılıyor, bir şeyler ya da birileri uyanmadan bu iş bitirilmeye çalışılıyor. Tamda bu noktada bazı tespitleri yapmak gerektiğine inanıyorum:

  • Nükleer karşıtı protestolar kesinlikle olmalıdır. Çünkü karşınızda tepki veren bir topluluk olduğu sürece hata yapmaktan çekinirsiniz ve önlemleri en iyi şekilde almaya çalışırsınız. İkna edilmeniz zorlaştıkça şartlar iyileşir.
  • Kötü yanı ise bölgede genel anlamda bir nükleer teknoloji yarışına girilmesidir. Örneğin bizim ardımızdan pekala Yunanistan, Güney Kıbrıs hatta Suriye barışçıl amaçlar barındırmayan yolları izleyebilirler. Kolay değil Türkiye(!) nükleer enerjiye kavuşuyor. Nükleer enerjinin nükleer silahları beraberinde getirmeyeceğini kimse reddedemez.
  • Tüm bunlara rağmen Türkiyenin enerjiye şiddetle ihtiyaç duyduğuda tartışılmaz bir gerçektir. Bunu reddetmek gerçeklere gözlerini kapayıp hayal dünyasında yaşamak demek. Diğer tüm yollar; eğer seçim içinde politik bazı unsurlarıda barındırıyorsa anlamsızdır. Zaten pek çok ülke öncelikle nükleer teknolojiyi ardından diğer seçenekleri denemektedirler. Bunun nedenlerini kavramak bu kadar zor olmasa gerek.
  • Asıl düşünülmesi gereken durum Türkiye'de alışılmış bir olgu olan son dakika golleridir. Yaygın popülist siyasi anlayışın ihale süreçlerinde bazı affedilmez hatalara düşmemesi en önemli noktayı teşkil etmektedir. Türkiye'nin ekonomik zaafları ve terörizim tehtidi her adımdan önce en az iki kez düşünmeyi zorunlu kılar.

Unutmayalımki Fransa enerji ihtiyacının %70'ini nükleerden sağlamaktadır. Dış politikasındaki serbestliğini bir düşünün. Ayrıca diğer pek çok ülke de bu teknolojiyi yaygın olarak yıllardır kullanmaktadır. Gerek medyada gerekse toplum içinde tartışmalar elbette devam etmelidir ama insan kendi ülkesinin konumunu da ölçüp biçmeli, düşüncelerine biraz esneklik katmalıdır. Yapmak zor eleştirmek kolay.